Wednesday, September 8, 2010

Bu. Gün.


Neler oldu neler demek isterdim. Acayip sıradan bir gündü ama. Uzun zamandır görmediğim çok eski bir arkadaşımla buluşma heyecanı içindeydim. Öğlen 2.45, Beşiktaş - Kadıköy vapuruna yetişebilmek için alelacele evden çıktım. Taksiye atladım. Şöför bana yolların kilit olduğunu anlattı (Bayram arafesi kaosu) ve ulus-ortaköy yolunu kullanıp Beşiktaş'a götürmeyi önerdi. Olur dedim. Her zaman olduğu gibi takside midem bulandı!

Beşiktaş'ta inip yapmayı en sevdiğim şeyi yaptım ve simitçiden çatal aldım. Vapurda yemek üzere... Vapuru bekleyemedim. O sırada birisi bana "selen" dedi. Baktım en yeni arkadaşım Francesco! Kendisi benimle sadece iki kez görüşmüş birisi olarak (biri planlı, biri de şimdiki gibi plansız) elimdeki yarım çatalı gösterip neden her zaman aç olduğumu sordu? Geçen sefer de yanında tost yemiştim. Ona bu konunun genellikle merak konusu olduğunu anlattım. Hatta yakın arkadaşlarımın ve ailemin süregelen "kızım seni hep aç mı bırakıyorlar bu ne? hep açsın hep açsın..." şikayetlerini anlattım. Sonra güle oynaya vapura bindik, biraz müzikten ve İstanbul'dan konuştuk. Şehrin sonbahar renklerinin ve kokusunun güzelliğine övgüler yağdırdık. Kendisi İstanbul'a yeni gelmiş İtalyan bir basçı. Yolculuk boyunca üstüme düşen Türk misafirperverliği görevimi tabii ki yerine getirdim ve İstanbul'da yaşamak karari konusunda bir kez daha ödünü patlattim.

Şenol beni iskeleden aldı. Francesco ile tanıştırdım onları. Genç italyan basçı (en yeni arkadaşım) ile bir türk davulcu (en eski arkadaşım) kadıköy iskelesi'nde böylece tanıştılar. Basçı davulcu karşılaşması. Çeşit çeşit tezat. Kısa boylu, uzun boylu. Sarışın, Esmer. Genç, Olgun v.s... v.s....

Littlethunderstorm ile Kadıköy'de bir mekanda bira içtik, konuştuk. Konuştuk. Konuştuk. Konuştuk. Konuştuk. Sonra akşam oldu. Şenol bana yol için kahve aldı. Kabataş vapuruna bindim. Vapur bomboş. Hem iftar saati, hem de arefe. Harika! Etrafta İstanbul renkleri, çok acayip! Kitap mı, müzik mi? Müzik.

Patricia Barber'ın Mythologies albümü, yeniden. İstanbul'un rengi koyu mavi olmuş. Işıklar açılmış, saçılmış... Şu sözler takıldı kulağıma İstanbul sonbaharının erken akşamında:

You watch it turn from dark to dawn
you don't seem to need much sleep
your unconcerned day is breaking like a wave

and the water is much too deep...


[Bazı insanların sadece yaşaması mı gerekiyor? Bazı insanların sadece yaşaması gerekiyor.]

İndim vapurdan. Jeton aldım. Füniküler sistemi, yukarıya Taksim'e. Yeniden jeton. Bu sefer doğru 4. levent'e. Metro'da P'ler bitti, R'ler başladı. Eyvah, Radiohead / In Rainbows!

Karardı etraf. Tüm exit'ler gözüme çarpıyor.

Durakta indim. Yürümeye karar verdim yokuş aşağı, eve kadar. Radiohead yürütür adamı. Yolda bir çöp kutusunda iki siyah kapı. Durup baktım. Kediler vardı, onlarla konuştum. Kedim öldüğünden beri sokak kedileriyle konuşuyorum. Ben de. Sonra biraz daha yürüdüm. Hep oturmak istediğim banka oturdum parkta. Durdum biraz. In Rainbows albümü adamı akşamın bir saati bankta oturtur. Yeniden yürümeye başladığımda Koza sitelerinin önünde taksi bekleyen, güzel uzun bacakları olan koca gözlü bir kızla selamlaştım. Yola ağaçlardan düşen kırmızı küçük meyveciklere (vişne?) basmadan yürümeye çalıştım.

Eve tam zamanında girdim. Ayarlasam olmazdı.

In the deepest ocean
the bottom of the sea
your eyes they tell me
why should I stay here?
why should I stay?
I'd be crazy not to follow
follow where you lead
your eyes, they turn me
.......

Günün geri kalanında (gece) sessiz kalmayı tercih ediyorum.

No comments: